31 Aralık 2013 Salı

Scrooge. Ebenezer Scrooge.

Aldıkların, verdiklerinden daha fazlaydı.
Canım yandı, içim acıdı, bütün bir çocukluğumu geçirdiğim insanlar, sonsuzluğa uzandı. Yukarıdan bakıp gülüyorlar artık bana...

Yaşayabileceğim en kötü anları bu yılda yaşadım ben. Çok güzel anlar da vardı, Erasmus'u kazandığımı öğrendiğim an gibi. Ama çok değil sadece 1 ay sonra çocukluğumu, nenemi kaybettim. O gün silindi her şey. Arayıp bana ya da Fener'e dua etmesini isteyeceğim, çocukken olduğu gibi saçımı annem çok acıtıyor sen tara diyebileceğim insan yoktu artık. Ve ben sadece bir gün önce elini öpüp veda etmiştim ona, bir gün önce dizinin dibindeydim. Haziran'da görüşürüz nenecim demiştim. Olmadı... Sonra bir de "insan gibi öğretmenlik" nedir öğrendiğim Mithat Amca vardı, o da gitti...

Bugün oturdum, kafamı meşgul tutabilmek için her şeyi yaptım. Belge işleri olsun, yemek yemek olsun, markete gitmek olsun ne kadar gereksiz iş varsa tuttum bir ucundan. Hep elime iş olsun da yazmak aklıma gelmesin diye. Haftalardır yapıyordum bunu zaten, ajandamın Aralık ayı neredeyse bomboş mesela. Öyle ilginç öyle tanınmaz günler geçiriyorum ki... Defterlerim bomboş, çünkü kalbim değil kafam dolu. Bugün buralara da uğramayacaktım; ama ne yapıp ne ettiysem hiçbir şekilde kendimi bütün bir yılı düşünmekten alıkoyamadım. Anlayacağınız klişenin dibine ben de vurdum. Alışkanlık işte, ne olacak. Boyuna dipler. Neyse, ne diyordum? 365 gün, 12 ay, 52 hafta vs. Rakamlar işte. Ruhsuzluk, tekdüzelik. Tekdüze bir yıl olmamış evet benimki, ama fazlasıyla kalp kırıcı bi yıl oldu.

Akmıyor değil mi yazı, ben de fark ettim. Gelmiyor çünkü içimden devam ettirmek. Boyuna bi burukluk, yakınma, acı, şikayet. Hem bugün bilinç akışı falan da yok, ya da hiçbir şey olmuyor da demiyorum. Bu yılın bi an önce bitmesini istiyorum sadece. Hayatımda ilk defa yaşadığım bir zaman diliminden böyle nefret ediyorum, ona karşı böylesi kin tutuyorum. Kin tutmak ya da nefret etmek biz hayalperestlere göre değil evet; ama canım yanıyor. Özlüyorum. Bi insanı gelmeyeceğini bile bile özlemek çok fena. Hayatın meşguliyetine kapılıp onu unutmak ise daha beter... Akmıyor tamam, söylenmeyin içinizden. Bitiriyorum. Havada kalsın bu da böyle.

Fazla Ebenezer Scrooge kılıklıyım bugün.

28 Aralık 2013 Cumartesi

The place "where i stood."



Öyle güzel zamanları özletiyor ki, öyle bir özleniyor ki.
Her dinlediğinde mi tam da orasından yakalanır bir insan; yaptığı iş her neyse bir kenara koyar da kapılır bir şarkıya, döner eskiye... Mutlu olduğu, kendi olduğu zamanları özler. Toplasan 2 cümle ancak yazmışım, ne kadar çok özlemek ve eski kelimesi kullanmışım öyle. Bazen böyle şeyler oluyor nasılsa.

Oluyor işte; hiçbir şey olmuyor aslında ya, neyse.



Şarkı sözleri için: http://www.metrolyrics.com/where-i-stood-lyrics-missy-higgins.html

26 Aralık 2013 Perşembe

All but ONE.

Sometimes you feel so low that you believe there is no place on earth to run away and hide. Life is hard, expectations and disappointments are much harder. Guess I've always liked being disappointed. There is this numbness and dumbness within my heart and brain, I can't stop it. It just blows the hell out of all my cells and screams: THAT'S ENOUGH! STOP TORTURING ME THIS WAY!

But of course nothing happens. I keep being disappointed, like a river wishing to reach a bay and meet the land. The river of course reaches the bay but she isn't the former river herself. True, lots of things have changed. But I'm still the same river, and for myself, nothing changes. Hard, ha? But, there are much harder things, but you already know this, right? When that specific but unknown part of you is torn, it doesn't come back and claim your possesion of it for example. Tick tock tick tock... Time goes on, the clock goes off but you're stuck still. Dumb and numb. Before, after and always. Nothing to have, nothing to feel.

It's all gone but heartache.


22.12.2013
23:35




18 Eylül 2013 Çarşamba

Bat dünya bat.

Postmodern roman, Oğuz Atay, Tutunamayanlar...
Bilgi vermek, ders anlatmak, bu roman türünü sizlere tanıtmak değil amacım. Henüz kendimi o kadar geliştirmedim zaten.
Hiç unutmam, üniversiteye hazırlanıyordum o sıralar. 3 yıl öncesinden bahsediyorum. Bir Olric fırtınası alıp gitmişti, sosyal paylaşım sitelerinde sürekli atıflar, alıntılar... Edebiyata ilgisi olan olmayan herkes, onun bir şeylerini alıp kullanıyordu. Kimi birilerine laf sokuyordu aklınca, kimi de o cümlelerde kendini buluyordu. Tutunamayanlar, ağır ve kalın bir kitaptır görünüşte, içeriği daha da ağırdır. Tabi okumasını bilene, yazılan satırları sindirebilene. O gün o paylaşımları yapan hiç kimsenin kitabı okuduğunu sanmıyorum. Bugün bile okumaya yeltenmediklerine de eminim. Neyse, bu yazı da okuyanlar için gelsin. Sanki bir radyo programında şarkı istemişim de birilerine hediye ediyormuşum gibi oldu değil mi? Olsun. Turgutçuğum Özben'e, Selim Işık'a selam olsun. Bir de kitabın 70'li yıllardan günümüze geldiğini, yeni yazılmadığını belirtelim, tam olsun.
Lafı uzatmayayım öyleyse. Disconnectus Erectuslardan geliyorum, o yüzden böylesi seviyorum belki de bu kitabı. Her bir satırını içtim o yüzden. Hayat fışkırıyor çünkü içinden, her bir günüm yazıyor bu kitapta. Aklımdan geçenler, uykusuz gecelerim, yediğim yemekler, okuduğum kitaplar, ben yazdım bu satırları-ama kafamda dediğim cümleler, katıldığım etkinlikler. Her şey. Herkese aynı şekilde hitap etmiyor tabii, bu yüzden her önüme gelenle de tartışmıyorum bu kitabı. Hele Oğuz Atay'ı, hiç kimseyle paylaşamıyorum. Selim... Hayatı içinde yaşayan bir insan Selim Işık, kafası sürekli dolu, sürekli karışık. Sürekli düşünüyor, sürekli anlam arıyor. Kendimi buluyorum Selim'de ben. Ama aslında Turgut'um. 6 yıl önce çocukluk arkadaşımı kaybettim, halen öldüğüne inanamıyorum. Halen onunla ilgili bir şey duyduğumda, ondan bi hatıra okuduğumda, aslında onu hep aradığımı, yokluğuna da bir türlü alışamadığımı anlıyorum. Turgut da karısına Günseli ve Selim konusundan laf açılınca belki zaman ilerledikçe konuşabiliirm, ancak o zaman anlatabilirim diyor. Unutabileceğini düşünüyor, ama bunun asla olmayacağını o da biliyor. Neyse, Selim'de kendimi buluyorum demiştim değil mi? Kitaplara bağlanması, söylenen her söze değer verip ciddiye alması, heyecanı; ama buna rağmen hayatını, duygularını hatta kendini, içinde yaşaması... Bensin Selim Işık, ben de sen. İki Disconnectus Erectus, bi Connectus yapar mı acaba? 
Temel karakterlere atıfta bulunduk madem, biraz da diğer konulara girelim. Sonu gelmeyecek sanki böyle yazmaya devam edersem. Gelebililir, gelmeyebilir. Çok dikkatli görünüyorum; ama çok da umrumda değil sanırım. Ne demiştik en son? Postmodern bir havada ilerliyor roman, tam alıştım diyor insan, Olric'le karşılaşıyor. Turgutçuğum Özben'in içi Olric. Turgut konuşuyor, Olric onaylıyor. Bazen de karşı çıkıyor. Her efendimiz denilenin her sözüne uyulmaz, her şeyi onanmaz uyarısı olarak alıyorum Olric'i ben. Madem anlam kısmına geldik, okudukça her bir bölümde saklanan anlamları, günlük ilişkilerle anlatılan aslında büyük çaplı olayları anlamak sizin elinizde. Elinize büyüteç ve güncel bilgiler ansiklopedisi alıp inceleyin demiyorum tabi; ama bilgi birikimi önemli. Okurken çok zorlandığını belirten birkaç insan biliyorum, o yüzden kişisel yorumumu yazmadan edemiyorum. Anlatı içinde anlatı vardır postmodern romanda, zaman her zaman olabilir. Anılar, sadece yazarın hayal gücünün bir ürünü olabilir, yani "tam anlamıyla" kesinlik payı yoktur. Bilinç akışı vardır. Ayrıca bir olay örgüsü aramak pek de doğru olmaz, çünkü olayın kendisi önemlidir.
Bitireyim madem bu yazıyı. Daha faza konuşursam kitabın her sayfası için ayrı ayrı yorum yazacağım buraya, ama bunu yapmak istemem. Okuyan zaten okumuştur da, okumayan biri görür de kolaya kaçar, bu yorumları okuduktan sonra kitabı okumakla kendini yormaz bile. Ama ben okudum, kendimi yorduğumu falan da düşünmüyorum. Okumayı vakit kaybı sanıyor insanlar, kalın kitaplara da arkalarını dönüp bakmıyorlar bile. Oğuz Atay diyorsun, Olric diyorlar. Okumadıkları halde. İyi bari bunu diyebiliyor; buna sevineyim diyorsun, sevinemiyorsun. Peki Olric. Peki Turgutçuğum Özben. Peki Selim Işık. Peki canımlar benim.

Bat dünya bat.





29 Ağustos 2013 Perşembe

Bir soruyla başlar zaten.

En sevdiklerin bile canını yaktığında sığınmak için kime gidersin? Ya da gerçekten, o andan sonra herhangi bir insana ihtiyaç duyar mısın?
Bugün kendime sorduğum tek soru buydu. Cevabını da vereyim; kimseye ihtiyaç duymuyorsunuz. O andan sonra ölene dek kimseye güvenemeyeceğinizi de anlıyorsunuz. Ben zaten bunu çok önceden anlayanlardan idim; ama artık eminim. Ölene dek bu şekilde, tek bir insana bile güven(e)meden yaşayacağım.
Karşımdaki bireyin yüzüne baktıktan ve bir tek konuşmamızdan sonra onun hakkında kafamda yorumumu yapacağım ve beni yanıltmayacak. Benimle konuşurken başka, diğeriyle konuşurken daha başka olacak. İlla bi taraflar oynayacak. Bugüne kadar sadece birkaç kişide yanıldım; şu an insanların bir gün mutlaka içlerindeki bütün kötülüğün yok olacağına inanıyorsam, onların sayesinde. Bir de mutlaka yeniden, ilkinden biraz daha farklı koşullarda tanışmak istediğim-haklarındaki yorumum değişsin istediğim insanlar var tabi. Olur mu olmaz mı bilinmez, ama böyle bi dilek hakkım olsa mutlaka kullanırdım.
Birine ihtiyaç duymak demiştik değil mi? Yalnızlığa öyle alışıyor ki insan; bi yerden sonra kendinden başka kimseye ihtiyaç duymuyor. Ama sorun şu ki; ben kendime de ihtiyaç duymuyorum. Silinsem diyorum bazen, yok olsam yeryüzünden, kim fark eder? Ya da kimin için ne fark eder? Benim için fark eder mi mesela? Ne değişir? Hiçbir şey. Onlarca insan hayal kırıklığına uğrattı beni, belki ben de onları uğrattım, bilmiyorum. Bildiğim bir tek şey var, olumlu-olumsuz kararlarımız, iyi-kötü anılarımız olan hangi insan hayatımızdan giderse gitsin, mutlaka bizden bir parça kopararak gidiyor. Ve o boşluk hiç kapanmıyor. Başta kanıyor, sonra kabuk bağlıyor ama asla tamamen iyileşmiyor. Sonra siz, siz eskisi gibi olamıyorsunuz. O eskiye özlem duygusu da hep buradan geliyor. İnsan, insan mutlu olduğu, bu gülüşün ardından acaba kötü bir şey gelip de mutluluğumu bozar mı düşüncesinden bihaber olduğu günleri özlüyor. İnsan, karşısındakine güvendiği günleri özlüyor. Günleri özlüyor ama, insanları özleme yeteneğini kaybediyor.

Özlediğiniz insanların daima -bir şekilde- sizinle olması dileğiyle.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Cyrano de Bergerac

12 Nisan 2013.

Ankara, Cüneyt Gökçer Sahnesi'ne ilk gidişim. İlk defa böylesi bir oyun izleyişim, ilk defa bir ekibe böylesi hayranlık duyup gözlerim yaşlar içinde, avuç içlerim acıyıncaya kadar ayakta onları alkışlayışım. Çok zaman geçmemiş üzerinden evet, ama o günün her anı aklımda. İlerde unutursam diye buraya da yazıyorum ki, hafızamdan silinse bile, buralarda bir yerlerde mutlaka bir iz kalsın, eğer denk gelirsem kalbim yine o günkü gibi atsın. Bir de, özellikle bahsetmek istediğim fazlaca sahne vardı ama büyüyü bozmamak için sadece hissettiklerimi anlatmaya çalışacağım. Umarım bu yazıyı okuduktan sonra içinizde o muhteşem ekibi izlemek için bir şeyler uyanır.
Biletleri annesi almıştı, gelir misin dedi arkadaşım, gelirim tabi, seve seve dedim. Cüneyt Gökçer Sahnesi'ne ya da Ümitköy'e hiç yolum düşmemişti, sonra zaten Ekim'de kalacaktık. Saat geldi, evden çıktık. Çıkarken biletlerimizi kontrol etmemiz, çantamıza yerleştirmemiz, geç kalacağız korkumuz, bina önünde arabadan inmemizle son buldu. Oradaydı işte: Devlet Tiyatroları'nın en çok merak ettiğim oyunlarından birini izlememe dakikalar kalmıştı. İçeri girdik.
Girişte, müzik yapan oyuncularla karşılaşıyorsunuz önce. Melodi hep kulağınızda. Konuşuyorlar hatta içeri giren seyirciyle, bir bütün oluyorsunuz ilk andan. Bize fazla biletimiz var mı diye sormuştu bir oyuncu, dilimiz tutulup sadece hayır diyebilmiştik. Sonra görevlilere biletlerimizi gösterdik ve salondaki yerimizi aldık. C sırasından, 7 ve 9 numaralı koltuklar. Salon karardı ve perde!
Müzikle giriyor oyuncular sahneye, evet evet, hani içeri girince duyulan o müzikle. Sokağın sakinleri, kısacası dışarıda gördüğünüz herkes geliyor. Dekor, kostümler diyorum. Tek kelime edemiyorum, çünkü büyülenmiş gibi sadece yüzümde kulaklarıma varan bir gülümsemeyle sahneye odaklanmışım. Konuşmalar ilerliyor, sahnedeki herkes Cyrano nerde merak ediyor. Tam seyirci de nerde bu adam derken, geliyor Cyrano. O koca burnuyla, korkusuz, mağrur... Nedendir bilinmez, o an benimsiyorum onu. Nasıl da içten, nasıl da bizden diyorum. Durukan Ordu diyor Ekim, "Rabb Şeytan'a Dedi Ki" adlı oyunda da izlemiş. Ben o sırada Ankara'da yaşamıyordum tabi.
Christian var sahnede, yakışıklı mı yakışıklı bir soylu. Sürekli, Cyrano'ya meydan okuma halinde. Esas burnu kalkık o diyorum kendi kendime. Sonradan işler tersine dönüyor tabi. İlerliyor oyun, her perdede biraz daha seviyorsunuz Cyrano'yu. Ragueneau, pasta evi, askerler, mektuplar, İspanyollar, arada söylenen şarkılar. Verilen ara, devam edilen sahne. Allah'ım diyorum, böyle bir dekor olamaz. Hele bu kostümler. Kesinlikle rüyadayım. Hele ki İstemem Eksik Olsun tiradı. Tamam diyorum, evet, ben de sonunda kendi oyunumu buldum. Cyrano, tam anlamıyla bir aşık. Yazdığı mektuplar, çevresindeki insanlara sergilediği kendinden emin tavırlar; ama konu sevdiği kadın olunca sadece burnu yüzünden ondan vazgeçişi. Hatta Roxanne'nin sevdiği adamla yakınlaşması için ona yardım etmesi. Tahmin etmişsinizdir, Christian'ı seviyor Roxanne. Sonra, sonra savaş çıkıyor ve aşıklar ayrılıyor. Bu sırada yazılan mektuplar var, dünyanın en güzel mektupları. Sözde Christian yazıp Roxanne'ye gönderiyor. Aslında bütün kelimeler Cyrano'nun. Kelimelerin de, sevginin de ustası o. Ah o burnu diyorum içimden, o da "Ah burnum..." diyor sahnede.
Beklenmedik bir şey oluyor sonra, perde kapanırken içten içten bağırıyor Cyrano:
"İki öcüm var bırakmam yetim, biri Christian diğeri ölen saadetim."
Sonrası mı, 3 saat 5 dakika doluyor, oyun bitiyor. Ekip sahneye geliyor son kez, ayakta alkışlıyoruz. Sonundan mıdır, yoksa başından beri tuttuğum için midir bilmem,  gözlerimden yaşlar boşalıyor benim. Bir yandan alkışlıyor, bir yandan kendimi sakinleştiriyorum. Hayatım boyunca böyle bir şey yaşamamıştım, bu da oldu, ilk defa bir oyun sonrası hüngür hüngür ağladım diyorum. Garip gelirdi önceden, böyle herkesin içinde de ağlanır mıymış ya derdim. Ağlanıyormuş. Salondan çıkıp eve gidiyoruz. Sonra sabah oluyor, okula dönüyorum. Aklımda, fikrimde Cyrano.
Ve o günden beri, mutlaka ama mutlaka her konuşmamızda en az bir defa geçiyor Cyrano'nun ve Durukan Ordu'nun adı. Sonra öğreniyoruz ki, bölümden bir hocamız Durukan Ordu'yu sezonun en iyi erkek oyuncusu seçen TEB Ankara Temsilciliği jüri üyesiymiş. O an nasıl mutlu olduk, inanın anlatamam.
İyi ki diyorum, iyi ki hayır gelemem dememiş, gitmişim Cüneyt Gökçer Sahnesi'ne. İyi ki bu büyüye kapılmışım. Çünkü ben ne zaman  12 Nisan 2013 gününü, bu oyuna verilen emeği düşünsem kalbim çarpıyor, içim kıpır kıpır oluyor.

Teşekkürler Devlet Tiyatroları.
Teşekkürler Ekim.




http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-ankara-detay-cryano-de-bergerac.html

6 Temmuz 2013 Cumartesi

"A Sorta Fairytale"

http://www.youtube.com/watch?v=3uho2NQw1GY&feature=youtu.be

Fairytale. Türkçesi peri masalı.
Kendimi bildim bileli sürekli bir kaçış içindeyim. İnsanlardan, kurum ve kuruluşlardan, binalardan, benzeri onlarcasından ve bazen kendimden bile. Okuduğum yüzlerce masal var belki de, peri masalı yani. Her aklıma geldiklerinde, içimdeki bu kaçış dürtüsü biraz daha perçinleniyor. Çünkü anlayamıyorum ben insanları, fazlaca denediğim halde hem de. 
Onlarca kötü şey yazarak doldurabilirim şu satırları; insanlar, ilginç hatta çoğu zaman saçma ve gereksiz bulduğum davranışları, bu tür davranışlar hakkındaki varsayımlar, makaleler ve kendi yorumlarımla da. Ama yapmayacağım. Çünkü hepimiz, insanlar hakkında onlarca şey düşünüp söylememize rağmen, yine o insanlar arasında yaşamaya mahkum edilmişiz. Zorundayız. Zorunluluktan yani. Hani bu sevgiler, aşklar, o şeker pembesi güzel duygularınız, hepsi zorunluluktan. Kaçış duygusu da zorunluluktan. Dayanamamaktan, siniri bozulmaktan hep. Çünkü onlarca şey görmüş geçirmişsinizdir, görmek geçirmek derken çok yaşlıymışım gibi konuştum değil mi? Hadi onu yaşınıza, yaşıtlarınıza göre çok daha farklı ve hatta kırıcı şeyler yaşamışsınızdır diye değiştirelim. Onca şey yaşayıp, hissizleştiğim bir zaman dilimi vardı benim. Geçti galiba. Artık o kadar hissiz değilim, sadece umursamıyorum. Ama bu da aynı kapıya çıkıyor sanırım. Çıksın. Umurumda da değil sanırım.
Peri masalı demiştik değil mi? Kaçış kısmında kalmıştık. Öyle güzel, öyle özenilesi öyle yaşanılası ülkeler var ki bu masallarda, arkama bakmadan gidesim geliyor diye bir klişe kullansam tam da yeri. Bir de bir Eurovision şarkısı vardı, "She is a fairytale" diyordu sevdiği için Alexander Rybak. Ben buna romantizm derim arkadaşlar, böyle bir sevimlilik olamaz. Ama bu da zorunluluktan. Dünya üzerinde, sevdiğiniz kadın için söyleyeceğiniz sözler, sıfatlar, öbekler öylesi sınırlı ki. Öylesi sınırlandırılmış ki. Rybak bu klişelerin dışına çıkmış, peri masalı demiş sevdiği kadına. Aslında ona böyle seslenmesi de tam bir peri masalı gibi, değil mi? Şarkılardan açtım konuyu, bir de "A Sorta Fairytale" var çok sevgili Tori Amos'un hayat verdiği. 2 insan var klipte, pardon vücut parçası diyelim. Birbirlerini bulup aşık olduklarında, esas vücutlarına sahip oluyorlar, aşkları bir vücut meydana getiriyor onlar için. Bir oluyorlar. Bu da onların peri masalı. Yukarıda bahsettiğim zorunluluk vardı ya hani bu pembe duygularla ilgili, bu peri masalı onunla ilgili değil. Şarkının ve klibin tam anlamıyla Tori'yi yansıtmasını geçtim, Adrian Brody'i de. Sadece sözleri bile yetiyor içinizdeki kaçış dürtüsünün harekete geçmesine. Normal aşk klipleri ve aşk şarkıları sizi olduğunuz yere kilitler, normale, bu dünyaya aittir çünkü. Bahsettiğim klip ve aşıklar bambaşka dünyalardan. Yorumdan çok, biraz reklama kaçtı sanki, ben öyle hissettim, şarkı bahsini kapatalım o zaman.
Çok peri masalı okuduk, kafamız çalıştı. Ne geldiyse başımıza, her ihtimali düşündüğümüzden geldi zaten. Böyle bir şey yok. Çok okudum, okuyacağım. Düşünmenin de kötü bir eylem olduğuna asla inanmadım. Çünkü en basitinden o kaçmak istediğim ülkeler, delice kıvrak ve engin bir zekanın ürünü. Bir de hayal gücünün, sonsuz olanından. Bu hazineye sahip olamayan insanlar da var yaşadığımız dünya üzerinde, o konuya ise hiç girmeyeceğim.
Onlarca şey vardı yazmak istediğim, nerden nereye geldim. Kafam dağınık çünkü şu sıra, kendime bile katlanamıyorum yeri geliyor.

Ne mutlu kendi peri masalında yaşayabilenlere...

28 Haziran 2013 Cuma

Sadece, dile.

Hiç bitmeyen şarkılar olsa mesela, içinde kendimizi bulduğumuz. Hayatı ölçüp biçtiğimiz, üstümüze en çok yakışan şeklini giydiğimiz.

Hiç bitmeyen yollar olmalı mesela. Dolambaçlı ya da düz fark etmez, sıcak veya soğuk gittiğimiz yer de. Yol olsun, basıp gidelim. Kaçmak için değil, gitmek için sadece. Farkı fark etmek için biraz.

Akışının durduğu anlar olmalı zamanın. Sevdiğimiz anlarda mesela. Ve delicesine akıp da gitmeli keder etrafımızı sardığında.

Aşk gerekli bize, en içimizden gelen. Çıldırmışçasına, damarlarımızda duramayan kanımızla birlikte.

Bir de insanlar olmalı çevremizde. Hiç değişmeyen değil, değişmeyen  tek şeyin değişimin ta kendisi olduğunu bilerek yaşayan insanlardan bahsediyorum. Onların yanında, yaşadığımızı hissederek başlamalıyız güne. Nasıl bir güne uyandığımızı bilmeliyiz. Hatta bu insanlar, bazı anlarda yaşama sebebimiz bile olabilmeli.

Beş küçük paragraf yazmışım, hayatımdaki eksikliklerden de yola çıkarak. Çok da küçük bir kısmı ifade ettiği şüphesiz. O kadar çok şey var ki olması gereken. Yaşamak için, hissetmek için... Ama. Amadan öncesi hiçbir şey ifade etmiyor değil mi? Yani diyorum, çoğu zaman, olmuyor.

Çünkü çoğu zaman aranılan şey bulunmuyor, dilenen şeyler ise gerçekleşmiyor. Ama insan, inadına çabalıyor. İnadına iyi kötü bir şeyler hissetmenin peşindeyiz hepimiz. Tabi öncesinde bir hissizlik durumu var.

Ama sonra, bir şeyler oluyor. Değişiyor. Sen değişiyorsun. Diliyorsun, bu sayede deniyorsun. O bir şeyleri değiştirmeye uğraşıyorsun en azından. Şansın yaver giderse tabi.

Hayatın hepimize adil davranması dileğiyle.